27 Nis 2014

sunduk.

Her birimiz ayrı ayrı yalnızdık bu evrende.Sadece yalnız olmamak için çabalıyor gibiydi tüm insanlar.İşlerine gidiyorlardı,iş yerlerinde üç beş kelam edip,evlerine gidiyorlardı.Ya da evde ekmek ve şekerin bittiğini fark eden,bakkala diye çıkan kadını,karşı köşedeki evin kapısında sanki sırf onunla iki lafın belini kırmak için oradaymış gibi bekleyen bir başka kadın muhakkak bekliyor olurdu.Mevzu her zaman vardı.Gündelik koşuşturmaların içinde mevzu her zaman vardı.Çünkü insan içgüdüsel olarak paylaşmaya mahkum yaratılmıştı.Belki üçüncü bir kişinin hayatı konuşulabilirdi ya da yapılmış bir ayıp ya da hükümet problemleri ve yahut bir futbol müsabakası,başka bir diyalogda,bambaşka bir güruhta diyelim,yeni çıkmış bir şarkının sözleri,bu arada da oradan bambaşka bir konuya atlayabilirdiniz.Ya da gezilip görülen güzellikler.Konuşulacak ne çok şey vardı.Ömür yetmezdi.Bu gündelik koşuşturmaları olan milyar nüfuslu dünyanın içinde,yalnızlığını düşünüp,konuşulacak her şey konuşuldu diye söylenerek susmayı yeğlemiş insan azınlığı da es geçilemezdi.Onlar toplum tarafından "acınası" olarak bastırılmış,belki bazıları kendilerini sanata yönelterek kurtulmayı başarmış,değişen dünya düzeniyle,kafalarında dönen paradoksların arasına sıkışıp kalmış "acınası" insanlardı işte.Hayatlarına üç beş kişi alabildilerse ne mutluydu onlara,Hatta alabilmek değil belki de bulabilmekti onlar için.Bu acizlikleri süsleyerek(ki belki de süslemek değildi ama o köşe başında konuşan iki kadın öyle düşünüyordu işte)anlatmaya çalışmaya görsünler. Karşılarındakilerin gözlerinde o "Kendinizi çok şey biliyor sanıyorsunuz.Ama hayat o değil işte!"bakışı.O bakış içine neleri alır biliyor musunuz?Temeli paraya dayanan dünya düzenini,dini çıkarlara sırtını dayayarak uygulanan iyilikleri ve hoşgörüyü,"Küçücük bir hareketini yargılarım"ı ve bunun gibi daha birçok "insani" tavırları işte."Sevginin en gerçeğini yaşadıklarını nasıl düşünebiliyorlardı?" diye düşünür bir de bu fazla düşünenler ve bu düşünce kasırgasına şunları da eklerlerdi."Görünüşün esiri olmuş,ertesi gün can sıkıntısını "kimlerle" gidereceğini düşünen,parasızlığın mutsuz ettiği,yediği yemeğin gösterişine önem veren,bir futbol müsabakasını hayatının en önemli anıymış gibi yaşayıp etkisinden çıkamayan,dünyayı kurtaracakmış gibi siyasilere hırslanan,yine de sadece kendi çıkarlarını düşünen bu insanlar,gerçek sevgiyi nasıl tanımlayabilirlerdi?Sonra(çok olmaz ya),bu toplumcu gerçekçiliğe karıştıklarında çok üzülürlerdi bu yalnız ve çok düşünen insanlar.İçlerinde milyon tane cümle patlardı.Bir tanesini çıkarmaya görsünler,bir tanesi bile yeterdi o yargı dolu insanlara.Sonra bu hayal kırıklığı,yine içine kapardı bu azınlığımızı.Sadece susar ve gülümserlerdi.Belki bazen de hiddetlenip içlerine kapanırlardı.Her şeye karşı olmak mıydı onları bu kadar eğreti yapan?Bilmiyorlardı ve asla öğrenemeyeceklerdi.Çünkü onların dünyasında,sınırları çizilmiş ülkeler yoktu.Büyük paralar,miktarlar da yoktu.Yeni bir koltuk takımı da yoktu.Onların hayalleri de yoktu.Ütopyalar hayalden sayılmazdı.Zaten bu distopyanın içinde siliklikleriyle kaybolup gidiyorlardı.Belki sadece sanat sivriltebilirdi ama yine de bu iş bile azıcık da olsa dünya düzenine yenik düşerek oluyordu.Yine de gülümsemek için sebepler vardı.İnsanlar iyi doğdukları için ve bu dünya makinası beyinlere kötülükleri sonradan yerleştirdiği için,o insanların içlerinde kalmış o iyiliği görür görmez içlerini kocaman bir mutluluk kaplıyordu.Gerçek böyle yaşanıyordu.Böyle devam edecekti.İnsanlığa saygılar sunmaktan başka bir şey yapılamazdı.Ve biz de "saygı"larımızı sunduk...